Abdullah Öcalan’a uygulanan tecritin kaldırılması talebiyle HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven’in başlattığı ve dört bini aşkın kişinin sürdürdüğü açlık grevinin amacına ulaşarak bitmesini sevinçle karşıladığını söyleyen Selahattin Demirtaş, “Öcalan’a fırsat tanınırsa” halka verdikleri barış ve demokrasi sözünü hep beraber yerine getirebileceklerini ifade etti. Demirtaş 34 gazeteci, yazar ve eleştirmenin birer sorusunu yanıtladı.
Bundan bir hafta önce, hem son öykü kitabı Devran’ı hem de Öcalan’a yönelik tecrite karşı yürütülen açlık grevindeki kötü gidişatı ‘konuşmak’ üzere HDP eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’la avukatları aracılığıyla bir söyleşi yapmak istedik. Avukatları üzerinden Demirtaş’a, farklı düşüncelerdeki gazeteci, edebiyatçı, yazar ve eleştirmenden birer soru iletmemiz halinde yanıtlayıp yanıtlamayacağını sorduk. Demirtaş’tan olumlu cevap gelince farklı görüşlerdeki 33 isimden birer soru rica ettik. (Şalom gazetesindeki meslektaşımız, gazete adına soru sormak istediklerini iletti.) Demirtaş güncel siyasetten edebiyata, Kürt dilinden sanata, İstanbul seçimlerinden hapishane koşullarına kadar çeşitli meselelere dair sorulara kısa süre içinde yanıt verdi.
Ancak söyleşiyi yayına hazırladığımız sırada, bugün öğlen saatlerinde tarihi bir haber geldi; başta Leyla Güven olmak üzere onlarca ismin ölüm sınırına dayandığı anda Öcalan’ın çağrısıyla açlık grevi sonlandırıldı. Avukatları aracılığıyla gün içinde Demirtaş’tan bu tarihi gelişmenin anlamıyla ilgili ilk değerlendirmesini de aldık.
Aşağıda alfabetik sırayla Ahmet Tulgar, Ayşegül Doğan, Bêritan Canözer, Ece Temelkuran, Doğan Tılıç, Fatih Polat, Fehim Taştekin, Gaye Boralıoğlu, Gökçer Tahincioğlu, Hasan Cemal, Hatice Kamer, İmran Ayata, Kemal Varol, Latife Tekin, Mehveş Evin, Melis Alphan, Murat Özyaşar, Nadire Mater, Nevşin Mengü, Orhan Koçak, Özgür Amed, Pınar Öğünç, Şalom gazetesi, Yetvart Danzikyan, Selim Temo, Selin Girit, Sedat Ergin, Sema Kaygusuz, Semih Gümüş, Şener Özmen, Timour Muhidine, Yıldırım Türker ve Zehra Doğan’ın birer sorusuna Selahattin Demirtaş’ın etkileyici yanıtları bulunuyor. Soruları temaya göre sıralayarak ilettiğimizi, fakat Demirtaş’ın, isimlerin alfabetik sırasına göre yanıt vermeyi tercih ettiğini de belirtelim.
Bu arada Demirtaş’ın böylesi bir söyleşi fikrimize dair iltifatını, mahpus bir siyasetçinin sözüne duyduğumuz saygıdan kesemediğimiz için okurlardan peşinen özür dileyip aradan çekiliyoruz…
Selahattin Demirtaş: Her şeyden önce, bu orijinal röportaj fikri nedeniyle İrfan Aktan’a ve soru gönderme nezaketinde bulunan tüm değerli dostlara içtenlikle teşekkür ediyorum. Bunu aynı zamanda hapishanelerle bir dayanışma olarak görüyor ve çok anlamlı buluyorum. Doğrusu İrfan bu yöntemi önerdiğinde 7-8 soru bekliyordum fakat 34 değerli insandan soru gelince hem sevindim, hem de kaygılandım. Nitekim soruların hepsine gönlümce cevap olabilmek mümkün olamayacak. Ancak ben her soruyu güzel dostlardan gelmiş sıcak bir selam olarak hissettiğim için, her birine aynı içtenlikle selam göndermek istedim. Umarım mecburiyetten kaynaklı sıkıştırılmış formattaki cevaplarımı anlayışla karşılayacaksınız. Hepinize ayrı ayrı teşekkürlerimi, selamlarımı, özlemlerimi iletiyor, geniş zamanlarda ve mekanlarda doyasıya sohbet edebilmeyi diliyorum.
1- İrfan Aktan : Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ve kendisinin çağrısı sonucu bugün açlık grevine son verilmesini, bu tarihi gelişmeyi nasıl okuyorsunuz?
Tecrit politikaları, Türkiye’ye kaybettiren politikaların en büyüğüydü. Bundan vazgeçilmesi, eminim tüm Türkiye toplumunun yararına olacaktır. Açlık grevlerinin amacına ulaşarak bitmesini sevinçle karşılıyorum. Başta açlık grevi eylemini yapanlar, direnişin öncüsü anneler, destek olan kamuoyu, avukatlar ve tüm halkımıza bu duruşlarından dolayı şükranlarımı sunuyorum. Bundan sonraki sürecin nereye evrileceğini şu anda bilemiyorum, fakat aslolan, barış ve demokrasi ısrarından vazgeçmeden mücadeleyi sürdürmektir. Açlık grevi sürecinde kendini feda edenler dâhil, bedel ödeyen herkese, tüm halka barış ve demokrasi sözümüz var. Sayın Öcalan’a fırsat tanınırsa hep beraber bunu başaracağımıza inanıyorum.
2- Ahmet Tulgar (Gazeteci, yazar): Bir politikacı olarak siyasetin nasıl bir buluşturucu, barıştırıcı, özgürleştirici gücü olduğunu gösterdiniz. Şimdi hapishanede yazdığınız kitaplarla edebiyatın nasıl bir güç ve sığınak, nasıl bir özgürleşme imkânı olduğunu gösteriyorsunuz. Ve her iki durumda da iktidarları sarsıyorsunuz. Bunların temelindeki yaşam felsefenizi anlatır mısınız? Toplumsal olandan çok bireysel olanı merak ediyorum ama.
Verili olanla, hazır olanla yetinmeyi bilmiyorum ben Ahmet. Kalıplar, şablonlar, ezberler boğuyor beni, nefes alamıyorum. Önüme çıkan her sınırı, en az bir defa ihlal etmesem kendime olan saygımı, güvenimi yitirecekmişim gibi hissediyorum. Siyasi bir öncü olma hırsı veya güdüsüyle yapmıyorum bunları. Bunları yapıyorum diye bana siyasi öncü misyonu atfediliyor, ben de bundan kaçamıyorum. Ama bana bu misyonu atfedenlerin de kalıplarını, ezberlerini, sınırlarını ihlal etmekten alıkoyamıyorum kendimi. O zaman da, daha bir siyasi öncü olarak kabul görüyorum. Böyle böyle gidiyoruz işte, Allah sonumuzu hayretsin. Son kitabın Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı için eline sağlık diyorum.
KETIL, HDP İLE KOORDİNELİ OLARAK ÇALIŞIR
3- Ayşegül Doğan (Gazeteci): Siyasi iletişime ‘ketıl’ ile yaptığınız katkı büyük ilgi uyandırdı. 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ketıl performansı çok konuşuldu. E-miting yaptınız, basın toplantısı bile düzenlediniz. Önce her Pazartesi düzenli olarak, sonra da çat kapı geleceğiniz söylediniz. Bu yıl sadece bir kez, 31 Mart öncesi çalıştı ketıl… Ketılda arıza mı var, neden daha az çalışıyor?
Hiçbir arıza yok sevgili Ayşegül. Gerektiği yerde, gerektiği şekilde ve HDP ile koordineli olarak çalışır ketıl.
4- Bêritan Canözer (Gazeteci): Leyla Güven 190 günden fazladır açlık grevinde. Ölüm orucunda olanlarla beraber binlerce tutsak da bu grevi sürdürüyor. Hükümetten açlık grevlerini sonlandıracak ve çözüm odaklı bir adım atılmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zorlu ve ağır bedellerle ilerleyen bir mücadele sürecindeyiz sevgili Bêritan. Her şey arzu ettiğimiz takvimde gerçekleşmeyebilir ama direnenler er geç kazanacaktır. Buna yürekten inanmak ve her yerde direnişte ısrarcı olmaktır önemli olan, gerisi zaman meselesidir.
5- Ece Temelkuran (Gazeteci, yazar): Türkiye siyasetiyle ilgili bir manifesto yazsanız ana başlıkları neler olur?
Sevgili Ece, siyasi bir manifesto yazmak işin en kolayı. Demokrasi ve özgürlükler konusundaki engellerin ortadan kaldırılmasına dair yeterince yol haritası var elimizde, kanımca. Eksik olan şey eylemektir. Başarabileceğimize dair umudu ve cesareti artıracak işler yapmalıyız diye düşünüyorum. Yazılarını keyifle okuyorum bu arada, yüreğine sağlık.
ÇIKINCA DÜNYA BANA DAR GELECEK DİYE KORKUYORUM
6- Doğan Tılıç (Gazeteci): Cezaevine girmeden önceki Demirtaş’la cezaevinden çıktıktan sonraki Demirtaş’ın hayata ve dünyaya bakışında ve de siyaset yapışında bir farklılık olacak mı?
Olmaması mümkün mü Doğan Abi? Her deneyim, bize yeni perspektifler sunar elbette. İki buçuk yıldır iki kişi, küçük bir hücrede yaşıyoruz. 46 yıllık ömrümde, dünyamın bu kadar genişlediği başka bir dönemim olmadı. Çıkınca dünya bana dar gelecek diye korkuyorum.
7- Fatih Polat (Gazeteci): Devran’da, karakter inşası bakımından en başarılı bulduğum, beni çok etkileyen, politik göndermelere en uzak öykü olan, cenaze levazımatçısını anlattığınız ‘Yeni Hayat’ olmuştu. Hatta okurken, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki efsane karakteri ‘Zebercet’ geldi aklıma. Bir edebi metin olarak, kurgu payını bir kenara koyarak soruyorum, bu kadar başarılı canlandırdığınız cenaze levazımatçısının hayatınızda bir karşılığı var mı?
Öykünün hayatımda doğrudan bir karşılığı yok Fatih. Fakat benzer durumlarla çok karşılaştım. Bulunduğu konumu ve yeteneklerini doğru değerlendirerek yeni bir yaşam inşa etmeyi bir kenara bırakıp, fantastik maceralarda hüsranı yaşayanları çok gördüm. Uç bir örnekle, kurmaca yoluyla anlatmaya çalıştım birazcık.
BELLİ BİR YAŞA KADAR HERKESİ HAKİKİ SANIRDIM
8- Fehim Taştekin (Gazeteci): Kimlerin mahpususunuz?
Emin ol kimsenin mahpusu değilim Fehim. En çok da, beni tutsak aldığını zannedenlere karşı olabildiğince özgürüm.
9- Gaye Boralıoğlu (Yazar): Edebiyatınızı tariflemeye kalksam, başvuracağım kelimelerin başında “hakiki” gelirdi. Yaşanmış olsa da olmasa da öykülerinizin hakikat dozu çok yüksek. Hayatta ve edebiyatta hakikat sizin için ne ifade ediyor?
Dünyadan Aşağı kitabını okudum, çok beğendim sevgili Gaye. Eline, yüreğine sağlık. “Hakiki olmak” benim için bir tercih değil. Ben hakiki olmak dışında hiçbir şey bilmiyorum ki. Bunun bir meziyet olarak görülmesi çok şaşırtıcı benim için. Belli bir yaşa kadar, herkesi hakiki sanırdım. Çok sonraları farkettim ki durum öyle değilmiş. İlk zamanlar kendimi aptal gibi hissettiğimi de itiraf etmeliyim. Daha sonra başka türlü olamayacağımı anlayınca, bu yönümle barışık yaşamayı öğrendim. Ve ben ne yapsam beni belirleyen hakikilik oluyor artık.
NEDEN UMUTLU OLMALIYIZ? ÇÜNKÜ ÖYLE GEREKİYOR
10- Gökçer Tahincioğlu (Gazeteci, yazar): Devran’da bütün fukaralığa, çaresizliğe, hayal kırıklıklarına rağmen dışarıya sızan bir umut, anlama ve anlatma çabası var. Kitap, yıllarını cezaevi kapısında geçiren anne ve babanıza armağan edilmiş. İstanbul seçiminin iptal edildiği gün ise gördüğümüz bir tablo vardı.Öcalan’la avukatların görüşmesinden sonra başlayan, HDP’ye yönelik önyargılı sözler ve suçlamalar, Gezi’ye kadar uzanan eleştiriler. Buna karşılık HDP seçmenlerinden gelen “siz neredeydiniz” karşılığı. Edebiyat, bu makası kapatabilir mi? Anlamak ve yeni bir dil inşası, üstelik çok kolayca karşıt siyaset üretilirken mümkün mü? Neden umutlu olmalıyız?
“Mühür” romanın güzeldi Gökçer, eline sağlık. Ortak arkadaşımız Kemal Göktaş’a da selam söyle lütfen. Onun da yazılarını takip ediyorum. Sözünü ettiğin makasın, kutuplaşmanın, fanatikliğin veya önyargıların ortadan kaldırılması çok kolay bir iş değil. Bu konuda edebiyatın büyük desteği olacağından şüphem yok ama, o da yetmez. Sanat, felsefe, alternatif tarih, hatta mitolojinin de siyaseti (ve de dilini) belirleyebilmesini sağlamak gerekir. Üstünkörü edinilmiş bir siyasi bilinçle yapılan her türlü siyaset kabadır, ötekileştiricidir ve makasların daha fazla açılmasından başkaca bir sonuç doğurmaz. Sorun çözmediği gibi, sürekli yeni sorun üretir. Peki neden umutlu olmalıyız? Çünkü öyle gerekiyor.
11- Hasan Cemal (Gazeteci): Sevgili Başkan, seni ve sohbetini çok özledim, seni bu kadar zamandır hapiste tutan adaletsizliğe zaman zaman isyan ediyorum. Ne zaman çıkacaksın? Ne zaman hasret gidereceğiz?
Merhaba Hasan Abi, sesini duymak güzel. Ben de misafirperverliğini ve güzel sohbetini özledim. Bunu bir dahaki duruşmada tahliye gerekçesi olarak ileri süreceğim ama kabul göreceğini sanmıyorum 🙂 Halk yeterince isteyince ve bunu istediğini yeterince görünür kılınca cezaevleri boşalır. Bu da mücadeleyle belirlenir ancak. Fakat cezaevine gömüleni duymadım bugüne kadar. Herkes bir şekilde çıkıyor. Önemli olan onurumuzla girdiğimiz bu yerden, onurumuzla çıkmaktır. Sen yine de, her zamanki gibi sofranı açık tut, bakarsın sürpriz yaparız 🙂
DİRENİŞ RUHUNU SAYGISIZCA HİÇLEŞTİRMEKTEN KAÇINMAK GEREKİR
12- Hatice Kamer (Gazeteci): Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesini hükümetin İstanbul seçimlerinde Kürtlerin oylarını almak için yaptığı bir hamle olarak yorumlayanlar oldu. Siz bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşanan bunca acı deneyime rağmen, meselelerin bu kadar basit yaklaşımlarla ele alınmasına üzülüyorum. 200 gündür açlık grevleriyle, ölüm oruçlarıyla, içerde ve dışarıda direnen annelerin kararlı duruşlarıyla yürüyen direniş ruhunu, saygısızca hiçleştirmekten kaçınmak gerekir. İnsanlar, ölüm sınırında ve bu direnişin talebine hiç değilse saygı duymak yerine, bu talebi ve gelişmeleri ucuz pazarlıkların malzemesiymiş gibi sunmak, tek kelimeyle ayıptır. Bu şekilde yazıp çizenlerden, biraz empati yapmalarını rica ediyorum. Cezaevinde (veya dışarıda) 200 gündür açsınız, her an ölebilirsiniz. Ve tam o esnada, talebinize dair olumlu bir gelişme yaşanıyor, siz devamının gelmesini beklerken, birileri çıkıp “Hayır hayır bu sayılmaz, bu seçim için atılmış bir adımdır.” deyip gelişmeyi anlamsız kılmaya çalışıyor. Size de resmen öl demiş oluyor. Evet ayıptır, biraz vicdan lütfen. Bu soru vesilesiyle, biraz içimi dökmüş oldum sevgili Hatice, sağol.
13- İmran Ayata (Yazar): Dersim’de Munzur’un kenarında bir masa kurabilseydik, o masada neler konuşmak ve dinlemek isterdiniz?
Hapisteki birine zalımca bir hatırlatma olmuş seninki sevgili İmran 🙂 Doğrusu şu anda Munzur’un kenarında bir masa kursak ne konuşmak isterim, ne de kimseyi dinlemek… Ama fonda Mikail’in, Ahmet’in, Aynur’un, Ferhat’ın, Erdoğan Emir’in, Metin-Kemal’in, Grup Munzur’un, Diyar’ın sesi olsa, yok demem 🙂
ACIYI AKSESUAR GİBİ YÜZLERİNDE TAŞIYANLARI RAHATSIZ EDİCİ BULUYORUM
14- Kemal Varol (Yazar): Siz çok sıkıntılı zamanlarda insan hakları mücadelesinin içinde oldunuz. Tanık olduğunuz nice haksızlık, trajediler, insan hikâyeleri… Ama buna rağmen gerek politikada gerekse de öykücülüğünüzde ironiyi güçlü bir enstrüman olarak kullandınız hep. İroninin sizdeki ve acılı bir toplumdaki karşılığı nedir?
1994’te Diyarbakır Emniyetinde 15 gün gözaltında kaldım sevgili Kemal. Onca sorgunun, zulmün, korkunun ve acının içinde ne kadar espri yapıp güldüğümüzü anlatamam. Gözaltı arkadaşlarım, bunun tanığıdır. Acıyı bal eylemeden, onunla baş edemiyorum ben. Acıların bizi teslim almasını, hayatımızı, tüm geleceğimizi belirlemesini kabul edemiyorum. Yaşadığı acı ve kederle olgunlaşan, bunu her an yüreğinde hissederek taşıyanları kastetmiyorum elbette ama acıyı mühim ve ciddi bir “aksesuar” gibi yüzlerinde taşıyarak, acıyı dibine kadar sömürenleri de rahatsız edici buluyorum. İroniyi de, mizahı da hem acıyla baş edebilmenin, hem zulme karşı daha etkili mücadele edebilmenin, hem de kendini daha kolay, çarpıcı anlatabilmenin yolu olarak görüyorum. Bunu hafife alanlara da gülüp geçiyorum. Çünkü ben espri yaparken çok ciddiyim, şakam yoktur. Toplum halinde yaşanan kolektif travmalara karşı dayanışmayı, umudu ve coşkuyu var edebilmek için de; ironiyi, espriyi yani “gülmeyi” küçümsemek yerine, ciddiye alıp ağız dolusu gülmek en iyisidir. Son kitabın Jar’ı çok beğendim, kutluyorum, eline sağlık.
15- Latife Tekin (Yazar): Yaratım alanları kendi dünyasının biricikliğine dair yaratıcısından belli bir özerklik, birbirine ne kadar bakışsa da belli bir bağımsızlık, kendine özgü bir özen ister. Politik bilinciniz ile edebi ve sanatsal yaratılarınız arasında bir uyum olsa da ona zıt bir gerilim, birinin ötekine baskın oluşundan daha önemli, verimli bir özerklik mücadelesi vardır sanıyorum. Anlamı, deneyimi her yazar için farklı olsa da, bu verimli gerilimi yazdıklarınızdan da hissediyorum. İçeride, onca politik basınç altındayken yaşadığınız bu iç çatışmayı nasıl deneyimliyorsunuz?
Senin “verimli gerilim” dediğin ve okurken hissettiğin o şey, yazarken bana dokuz doğurtuyor sevgili Latife Tekin. Bunda beni zorlayan ve sınırlayan şey politik bilincim veya kimliğim değil, politik temsiliyetimdir. Milyonlar adına yıllarca temsilen söz söylemiş biri olarak, kendi adıma kişisel bir söz söylerken ölçüp biçmek zorunda kalıyorum. Bu da edebiyatta zorlayıcı ve sınırlayıcı bir unsur olarak yaratıcılığınızı, özgürlüğünüzü etkiliyor haliyle. Bu biraz can sıkıcı bir durum, edebiyat adına tabii ki. Yoksa tek gerilim noktası, kendi dünyam ve yaratım alanları arasında olsa bundan memnun olurdum. Dolayısıyla edebiyattaki sınırlarımı belirleyen şey politik temsiliyetim oluyor, kendi hayallerim değil. Yine de yavaş yavaş bunu aşmaya, alıştıra alıştıra sınırları ihlal etmeye çalışıyorum. Ben henüz yeterince özgür bir yazar değilim, yazmak istediklerimin çoğunu yazamadım halen. Her şeye rağmen edebiyat hevesime feda edemeyeceğim kadar kıymetli ağır sorumluluklarımın da bilincindeyim. Milyonları ilgilendiren “o şeye” zarar gelmemesi de çok önemli benim için. Bir gün siyasi temsiliyet rolüm zayıflar veya ihtiyaç kalmadığından ortadan kalkarsa, görece daha özgür yazabilirim sanırım. Bu arada, Muinar ile Rüyalar ve Uyanışlar Defteri elimin altında, okunma sıralarını bekliyorlar. Emeğine sağlık.
23 HAZİRAN’A İLİŞKİN TUTUMUM PARTİMDEN FARKLI OLAMAZ
16- Mehveş Evin (Gazeteci): Ekrem İmamoğlu ve CHP’nin İstanbul siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? İmamoğlu, Türkiye’nin demokratikleşmesi adına bir umut mu? 31 Mart’taki gibi 23 Haziran için de seçmenlere bir çağrı yapacak mısınız?
Kutuplaştırma, öfke dili ve gerilimden usanmış topluma daha birleştirici, kucaklayan bir dille seslenmek ve bunu inanarak yapmak önemlidir. Toplum da buna değer veriyor haklı olarak. Ben dışarıdayken de çok defa söylediğim gibi, umudu kişilere bağlamak doğru olmaz. İlkelere ve bu ilkeler etrafında birleşmiş daha geniş mücadele birliklerine ihtiyaç var. Herkesin demokrasi cephesi gibi kolektif yapıların oluşmasına destek vermesi ve böylesi yapıların parçası olarak mücadele etmesi daha elzemdir. Kişiler üzerinden yürüyen mücadeleler, demokrasi kültürünün oluşmasına yeterli ve kalıcı katkı sağlamaz. Sayın İmamoğlu’nun da mevcut pozisyonunu ve haklı halk desteğini kalıcı hale getirebilmesinin yolu budur. 23 Haziran seçimine ilişkin partim HDP tavrını ortaya koyuyor zaten. Benim de bundan farklı bir tutumum olmaz. Gelişmeleri izleyip, neler yapabileceğimizi partimle istişare edeceğim elbette. A’dan Z’ye Buraya Nasıl Geldik kitabını okudum, çok başarılıydı. Eline, emeğine sağlık.
17- Melis Alphan (Gazeteci): Selahattin Demirtaş bir kadın olsaydı, Türkiye siyasetinde bu kadar öne çıkabilir miydi? Hayatın her alanında olduğu gibi, siyasette de kadınların önüne çıkarılan engelleri aşmak için nasıl bir yol izlerdi? Ayrıca iyimserliğinizi, umudunuzu nasıl koruyorsunuz?
Yaşamın her alanında olduğu gibi, siyasette de kadına yönelik ayrımcılık son derece barizdir. Birlikte siyaset yaptığım kadın arkadaşlarıma yönelik katmerli saldırılar orta yerdeyken bu konuda kimse aksini iddia edemez. Kadınların mücadeleyi nasıl büyüteceklerine benim yol göstericilik rolüne soyunmam işin doğasına aykırı olur. Ben sadece mücadelenin bir parçası olabilirim. Yoksa kadınlar inatla, kararlılıkla ve cesaretle yürüyorlar zaten. “Bir kadın olsaydım” faraziyesi üzerinden bile önerme yapmam, akıl vermeye kalkmam doğru olmaz. Umudu nasıl koruduğuma gelince; yakın zamanda Başak’a yazdığım bir mektupta “Karanlıkta görebilme yeteneğidir, umut” demiştim. Bu yeteneğin gelişebilmesi için de çok fazla okuyup anlamaya çalışmalı, değiştirmek için kesintisiz bir hareket, mücadele içinde olmalısınız. Ben bu şekilde ayakta kalabiliyorum, değerli Melis Alphan.
RÜYAMDA HAPİSTEYDİM, UYANINCA ‘OH BE, NEYSE Kİ RÜYAYMIŞ” DEDİM
18- Murat Özyaşar (Yazar): Hapisteyken görüp unutamadığınız bir rüyanızı anlatır mısınız?
Sevgili Murat kardeşim, tuhaf bir rüyamı anlatayım o zaman. Bir gece yarısı, rüya görürken aniden uyandım. Rüyamda hapisteydim, uyanınca “oh be, neyse ki rüyaymış” dedim içimden. Sonra da nerede olduğumu hatırlayıverdim. Sarı Kahkaha kitabını istedim, yolda. Şimdiden eline, yüreğine sağlık.
İSTANBUL ADAYI OLSAM, BİLLBOARDLARA AYNA KOYARDIM
19- Nadire Mater (Gazeteci): 23 Haziran seçiminde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olsaydınız, ana sloganınız, sloganlarınız ne, neler olurdu? Nasıl bir İstanbul vaat ederdiniz ki, bu farklılıklar/farklar sadece size oy verenleri değil, size oy vermeyi aklından geçirmeyenlerin bile sandık başında bir an da olsa Demirtaş’ı düşündürtecek kadar gönüllerini çelerdi?
Doğrudan demokrasinin hayata geçebilmesi için gerekenleri yapardım. Bütün ilçelerdeki bütün meydanlara ücretsiz ve hızlı wi-fi bağlantısı sağlardım. Özel bir kodla herkesin telefonuna yüklenmiş programlarla, isteyen herkesin belediye meclisinin ve belediye başkanının alacağı tüm kararlar için online oylamaya katılabilmesinin yolunu açardım. Karar alma, öneride bulunma, eleştiri yapma ve denetleme süreçlerinin tamamı tüm İstanbullulara açık hale gelinceye kadar bunu yaygınlaştırırdım. Bu şekilde referanduma tabi tutulmamış hiçbir kararı almaz ve uygulamazdım. Gerçek bir halk demokrasisi inşa etmeden yapılacak her şey az ya da çok aldatmacadır. Demokrasi kültürünü geliştirmeden ne farklılıkları bir arada yaşatabiliriz ne emek ve doğa sömürüsünü engelleyebilir ne de talanı, yolsuzluğu, hırsızlığı önleyebiliriz. Bütün billboardlara koyacağım aynanın üzerine de seçim sloganımızı yazardım: “İstanbul’un yeni belediye başkanı. Lütfen daha yakından bakın 🙂 ” Selamlar, sevgili Nadire Mater.
20- Nevşin Mengü (Gazeteci): Ergenekon sanıkları cezaevlerindeyken, kimileri cezaevi duvarlarına “biz çıkacağız siz gireceksiniz” yazmıştı. yazdıkları gibi de oldu. Siz çıkınca kim girecek sizce?
Biz çıkınca, haksız yere bir tek insan dahi cezaevine girmesin isterim. Gerçekten de adil, tarafsız ve bağımsız bir yargı; adaletli ve özgürlükçü yasalar olsun, hapishanelerin tamamı da insan onuruna uygun hale gelsin diye mücadele ederim. Böyle bir sistemde kim gerçek suçlu ise o girsin derim. İntikam anlayışıyla ve çözüm üretmeyen tekrarlarla bir yere varamıyoruz çünkü Nevşin Hanım.
SAKINCASI YOKSA ÇEHOV’DAN DA GORKİ’DEN DE VAZGEÇMEK İSTEMİYORUM
21- Orhan Koçak (Yazar, eleştirmen): Hikayelerinizde, şu anda dünyada gördüğünüz durumları mı anlatmak daha çok hoşunuza gidiyor, yoksa ilerde (veya bugün) görmek istediğiniz durumları anlatmak mı? Ya da bu ikisi arasında herhangi bir gerilim veya çatışma görmüyor musunuz? Bu soru şöyle de sorulabilir: Çehov mu Gorki mi, yoksa ikisi de olur mu? (Aynı soru, Ataol Behramoğlu’nun deyimiyle şöyle de sorulur: “Bir halkın oğlu olmak” mı, yoksa aynı halkın anlatıcısı olmak mı? Yoksa “sıkıntı yok” mu?)
Daha çok da gördüklerimi anlatıyorum hikayelerimde. Fakat gördüklerimi anlatma biçimimle gelecekte nasıl olmasını istediğime de gönderme yapıyorum aslında. Ben bir halkın çocuğu olarak anlatıyorum halkımın hikayelerini. Yani sakıncası yoksa Çehov’dan da Gorki’den de vazgeçmek istemiyorum. Ben yaklaşık otuz yıldır demokrasi, özgürlük ve insan hakları mücadelesinin içerisindeyim. Yapacağım hiçbir şey bundan kopuk ve bağımsız olamaz. Bundan sonraki yürüyüşümü sanat ve edebiyatla sürdürsem bile bunu ancak mücadelenin bir başka biçimi olarak ele alabilirim. Benim gerçeğim bu ve bunun dışına çıkmak istemiyorum. Tek uğraşı yazmak olan bir edebiyatçı olmayı düşünmedim hiç. Kavganın içinde fırsat buldukça yazarım herhalde. Marquez’e karşın bu da benim “büyüsüz gerçeklik” tarzım olabilir sanırım. Ayrıca iki güçlü edebiyat eleştirmeni olarak Semih Gümüş ile birlikte bu röportajda bana soru yöneltmiş olmanızdan dolayı hayli stresli ve tedirginim. Bu nedenle, daha fazla uzatıp şansımı zorlamak istemiyorum. Çiçeği burnunda bir edebiyatçı olarak eleştirmenlerle nasıl bir ilişki kuracağımı da hiç bilmiyorum doğrusu. Avukatlarımdan biri, “Eleştirmenlerle iyi geçinmende fayda var” demişti. Nitekim, Allah şahittir, benim sizlere karşı sonsuz saygım ve sevgim vardır Orhan Abi, abim benim 🙂 Hakiki ve içten selamlarım ve sevgilerimle…
UMARIM SAYIN ÖCALAN’IN UYARISINDAN HÜKÜMET DAHİL HERKES GEREKLİ MESAJI ALIR
22- Özgür Amed (Yazar): 2 Mayıs tarihinde Sayın Öcalan ile görüşen avukatları, daha sonra Jin News Haber Ajansı’na verdikleri röportajda, Öcalan’ın görüşmede “Biz hata yapmayacağız. Herkes ders çıkarmalı. Herkes tarihi iyi okumalı. Herkes samimi olmalı. Siyaset çözüm üretebilmeli. Son 4 yıllık süreçte korkunç şeyler yaşandı. Siyaset bunun önüne geçemedi” dediğini kamuoyu ile paylaştılar. Hem iç hem dış siyasete, hem güncel hem geçmişe yapılan bu eleştiriyi nasıl okuyorsunuz? “Samimi siyaset” kavramlaştırmasına yorumunuz nedir?
2013 Newroz’unda okunan, bütün siyasi dengeleri alt üst ederek toplumun ekseriyetinde büyük umut ve heyecan yaratan Sayın Öcalan’ın çağrısından bugünlere gelinmişse elbette bir yerlerde büyük hatalar yapılmış demektir. O sürecin bütün tarafları cesur bir özeleştiri ile meseleye yaklaşıp yine kendisinin deyimiyle samimi bir siyasi tutum sergilerlerse son dört yılda yaşanan korkunç şeylerle yüzleşmek, bir daha yaşanmasın diye siyasi çözümler üretebilmek mümkün olabilir. Sayın Öcalan haklı olarak bu hususa dikkat çekiyor ve olası siyasi inisiyatiflerin hatasız gerçekleşmesi konusunda kendi cephesinden uyarısını yapıyor. Ancak bu tür kaotik dönemlerde de her şey göründüğü gibi değildir sevgili Özgür arkadaşım. Umarım Sayın Öcalan’ın uyarısından hükümet dahil bütün taraflar ve demokratik siyaset gerekli mesajı alır. Kendimi de bundan azade tutmuyorum. Böbreği Kim Yedi kitabını keyifle okuduk. Emeğine, gönlüne sağlık Özgür.
23- Pınar Öğünç (Gazeteci, yazar): Cezaevi gibi siyasal kimliğinizle birlikte benliğinizin de parçalanmak istendiği bir yerde yazmak, çizmek, üretmek, böylelikle akıl sağlığını, ruh bütünlüğünü ve özgüveni korumak muhteviyattan da bağımsız bir direniş. Yine de bunu siyasetçi kimliğinizle bağdaştıramayan ya da “Şimdi sırası mı?” diyen çıkıyordur. Nasıl anlatmak istersiniz üretkenlikteki ısrarınızı? Bu ısrar size ne kattı? Yazmaya cezaevinden çıktıktan sonra da devam edecek misiniz?
Edebiyatı ve sanatı siyasi temsil misyonumla veya siyasi kimliğimle bağdaştırmayanlar oldu elbet. Saygı duymakla birlikte, bu yönlü eleştirileri doğru bulmuyorum. Hayata daha güçlü anlamlar yükleyebilmek, değişime dair enerjinizi diri tutabilmek ve bir siyasetçi olarak çok daha geniş kitlelerle, karşılıklı anlamaya dair sağlıklı bağlar kurabilmek için edebiyat ve sanatın muhteşem düzeyde iyileştirici gücü vardır. Aktif siyasette yürüdüğüm yol kalın duvarlarla kapatıldı. Ben de yola patikadan, uçurum kenarlarından devam ediyorum. İğneyle kuyu kazıyor, kendimi geleceğe hazırlıyorum. Beni buraya gömdüğünü zannedenlere inat, tırnaklarımla eşeleyip toprağı, kendi mezarımdan çıkıyorum diye dostlarımın tedirgin olmasına gerek yok. Ben ne yaptığımın farkındayım, tek bir adımımı bile hesapsız, bilinçsiz atmıyorum. Ben bir mücadele insanıyım. Özgürlük mücadelesinin bir parçasıyım ve ömrüm yeterse daha yapabileceğim çok şey var. Bu yolda yürürken elimdeki her imkanı ve yeteneği sonuna kadar kullanmaya devam edeceğim. Cezaevinde neden siyaset yazmıyorsun da öykü yazıp resim yapıyorsun diyenlere; hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir, kimse ileride mahcubiyetini duyacağı fazladan bir cümle kurmasın diye dostça bir tavsiyede bulunmak isterim. Çıkınca da yazmak için elimden geleni yapacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın. Öykü kitabın Beterotu bu hafta elime ulaşacak sevgili Pınar. Şimdiden yüreğine, emeğine sağlık diyorum.
KAYNAĞINI TÜRKÇÜLÜK VE İSLAMCILIKTAN ALAN “YERLİ VE MİLLİ” BİR ANTİSEMİTİZM VAR
24- Şalom Gazetesi: Türkiye’deki görsel, yazılı ve sosyal medyadaki antisemitizmin nedenleri hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Türkiye’deki antisemitizmin beslendiği kaynaklar, dünya genelindekinden biraz farklıdır diye düşünüyorum. Kabaca ifade etmem gerekirse kaynağını Türkçülükten ve siyasal İslamcılıktan alan daha “yerli ve milli” bir antisemitizm var. Filistin-İsrail meselesi ve işgal altındaki Filistin toprakları, İsrail hükümetlerinin Filistin halkına karşı zalimce uygulamaları nedeniyle siyasal İslamcılar eleştiri veya tepkilerini İsrail hükümetlerine yöneltmek yerine doğrudan Yahudi inancına yönelterek bunu bir nefrete dönüştürebiliyorlar. Yine uluslararası sermaye gücünün, lobilerin ve emperyal devletlerin yönetiminin kontrolünün ağırlıklı olarak Yahudi iş insanlarının elinde olduğu ve bunların da sürekli Türkiye’yi bölme planları yaptığını iddia eden Türkçüler de bu iddialarını Yahudi düşmanlığına kadar vardırabiliyorlar. Resmi hükümet politikaları da bu türden algıları besleyen ve körükleyen düzeyde dışa yansıdığında, antisemitizm de daha cüretkar hale gelebiliyor, daha görünür oluyor. Yoksa maalesef ki, alttan alta sürekli varlığının koruyan bir antisemitizm var bu kesimlerde. Çok kültürlü toplumların demokrasi için büyük bir fırsat olduğu anlaşılmadan ve toplum gerçek tarihi bilgilere sahip olup bilinçlenmeden bununla baş edebilmek kolay olmayacaktır kanaatindeyim. Bu vesileyle, sizler aracılığıyla tüm Musevi kardeşlerimize selamlarımı iletmek istiyorum.
25- Yetvart Danzikyan (Gazeteci): Öncelikle selamlarımı ve bu siyasi mahpusluk döneminin artık son bulması temennimi iletirim. Sorum şudur: Ermeni Soykırımı’nın başlangıç tarihi olan 24 Nisan’ın 104. yılını geçtiğimiz ay idrak ettik. Bu yıl Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tehciri “mantıklı” gören açıklaması hayli tepki topladı. Beri yandan soykırımı anma toplantıları da her yıl daha güç şartlarda yapılıyor. Ermeni Soykırımı ile yüzleşme konusunda neredeyiz, nereye doğru gidiyoruz? Bu konu ile bir gün yüzleşecek miyiz?
Sevgili Yetvart, üzülerek görüyorum ki Ermeni Soykırımı ile yüzleşilmesi ve hem Türkiye halklarının hem de Ermeni halkının daha güvenle, dostça yollarına devam edebilmeleri imkanından halen çok uzağız. Sabırla ve kararlılıkla iki toplumun barışı, helalleşmesi, Ermeni halkının yasını tutarak travmasını atlatabilmesi için çabalarımızı sürdürmek durumundayız. Hakikate ve adalete dayalı bir yüzleşme yaşanmadan bu halkların hiçbiri güvenle geleceğe yürüyemeyecektir. Bunun kolay bir iş olmadığının farkındayım ama gelecek yıllara dair demokrasi umudumu koruyorum. Agos’taki tüm dostlara, Ermeni kardeşlerimize selamlarımı iletirsen sevinirim.
EZ Û ZEYDAN HER ROJ Lİ SER ZİMANÊ ZİKMAKÎ Dİ XEBİTİN
26- Selim Temo (Yazar, çevirmen): Hevserokê birêz, silav. Axaftineka we a li Başûrê Kurdistanê tê bîra min, 9-10 sal berê. We di destpêka axaftinê de digot, “Ez Dimilî me, Kurmancîya min ne baş e.” Weke dizanim Kurmancîya we êdî baş e. Jixwe Dimilî/Kirmanckîya we baş bû. Gelo piştî ev zordestîya li ser we rabe û dengê we li qadan olan bide, em ê ji we peyv û hevokên bi Kurdî (çi Kirmanckî, çi Kurmancî) bibihîsin?
Mamoste Selîm, bi rastî ez bi dil û can dixwazim ku bi Kurdî him baş binivîsînim him ji bipeyvim. Wek tu di zanî, îro sê sal buye em du heval di hucreyekî piçukde di mînin. Ez u hevalê Abdullah Zeydan her roj li ser zimanê zikmakî dixebitin. Lê belê hevalê Abdullah jî zêde gramer nizane. Ew dikare axaftinê rojane bîne ser ziman, lê ewi jî qet li ser zimanê Kurdî ne xandîye û ne çuye dibistana Kurdî. Car caran em di navbera xwe de heneka dikin û dibejin “xwezî yek mamoste li ba me buya.” Lê em dîsa jî bi pirtûkan xebat dikin. Bi denga bilind em roman û çîrokan dixwînin, werger çê dikin û di navbera xwe da bi Kurdî diaxifin. Heke em rojekî derkevin derva, emê bi karin xebatekî baştir çêbikin li ser zimanê xwe. Dibe ku ew nivîsa min jî baş nebe. Ji ber vê yekê jî ez lêborîna xwe dixwazim. Li qasidîya te ez silavên xwe dişînim hemû rewşenbîrên Kurdan. Ev pirtûka te bi dawî nivîsandî bu, bi navê Horasan Kürtleri ji bo vê xebatê girîng, ez ji te ra li ser navê hemu gelê Kurd gelek spas dikim.
İLKESİZ PAZARLIK YAPACAK TIYNETTE OLSAK HAPİSTE OLMAZDIK
27- Selin Girit (Gazeteci): 23 Haziran seçimlerinden yalnızca 4-5 gün önce, halen tutukluluk halinizin devamına neden olan yargılandığınız davanın son duruşması yapılacak. Bazı medya organlarında HDP ile AKP arasında sizin tahliyeniz üzerinden bir pazarlık yürütüldüğü yönünde iddialar yer aldı. Böylesi bir pazarlık söz konusu mu? 19 Haziran’da tahliye kararı bekliyor musunuz? Olası tahliyenizin HDP seçmeninin 23 Haziran’daki tercihini nasıl etkileyeceğini öngörüyorsunuz?
Selin Hanım, dışarıdan nasıl görüyorsunuz bilmiyorum ama faşizme karşı en güçlü mücadeleyi yürütüyor olmamıza, her dönemde en ağır bedelleri ödüyor olmamıza rağmen halen bizleri ucuz, ilkesiz pazarlıkların partisi olarak görmekte ısrar edenlere söyleyecek söz bulamıyorum. Sorunuzda yer verdiğiniz türden bir pazarlığı yapacak tıynette olsaydık iki buçuk yıldır burada olmazdık zaten. Demokrasinin, barışın imkanlarını artırmak, her fırsatı ilkesel bir kazanıma dönüştürmek için de AKP dahil tüm partilerle TBMM çatısı altında görüşme yapılmasına da asla karşı değilim. Siyasi partilerin işi bir yandan kesintisiz mücadeleyi sürdürürken diğer yandan bu direnişin diplomasisini, siyasetini yapmaktır. Herkese mübah olanın HDP’ye haram kılınması asla kabul edilemez. Diğer bütün partiler her fırsatta bir araya gelerek ortak çıkarları etrafında diyaloglar geliştirirken bunun adı siyaset oluyor da HDP herhangi bir partiyle diyalog kurunca bunun adı neden pazarlık oluyor? Kaldı ki, HDP de kendi ilke ve çıkarları doğrultusunda pazarlık yapabilir, bu da onun hakkıdır. Fakat güya benim tahliyem üzerinden HDP seçmeninin iradesini peşkeş çekeceğimiz iması bile nahoştur. Bu iddia o kadar boştur ki, benim 4 yıl 8 ay uyduruk bir cezayla başka bir davadan hükümlü olduğumu bile göz ardı ediyorlar. Bu tür yaklaşımlar aşağılayıcı, küçük düşürücüdür. Biz direne direne kazanıyoruz, dilene dilene değil. Herkesin içi rahat olsun ve bize güvenmeye devam etsin diyorum.
HÜRRİYET GAZETESİ BİLE ALIYORUZ 🙂
28- Sedat Ergin (Gazeteci): Özgürlüğünüze kavuştuğunuzda geçmişe kıyasla neyi, neleri farklı yapardınız? Nasıl farklı yapardınız?
Eksikliğini hissettiğim bir çok şey var Sedat Bey. Türkiye’de hükümet uygulamalarının, yargı pratiklerinin, medya hallerinin durumu ortada zaten. Daha demokratik bir devlet yapılanması ve politikaları için kesintisiz mücadele etmek gerektiğine şüphe yok. Ama bununla eş zamanlı olarak, kendi örgütsel yapılarımızı da demokratikleştirmek zorundayız. HDP bir lider partisi değil elbette ama parti içi demokraside ciddi eksikliklerimiz olduğunu düşünüyorum. Öncelikli olarak bu konuda radikal bir dönüşümün önünü açardım herhalde. Partide önemli bütün kararların üye, teşkilat yönetimi ve halk meclisleri tarafından alınması ve denetlenmesi için yeni mekanizmalar oluşturarak tabanın yönetim üzerindeki etkisini artırırdım. Bu konuda yeterince başarılı olamadığımızı düşünüyorum. Diğer partilere nazaran HDP en ileri noktada olmasına rağmen bununla yetinmememiz gerekir. Demokratik siyaset kendi ayakları üzerinde durabilen, güçlü ve itibarlı bir konuma kavuşmalıdır. Bu da ancak, parti içi demokrasi ve şeffaflıkla mümkündür. Yazılarınızı ilgiyle takip ediyoruz. Bunun için her gün Hürriyet gazetesi bile alıyoruz 🙂 Selam ve dostlukla Sedat Bey.
KÜRTLERİN ‘JOKER SEÇMEN’ GİBİ GÖRÜLMESİ HALKA HAKARETTİR
29- Sema Kaygusuz (Yazar): Sevgili Selahattin Demirtaş, öncelikle size ve koğuş arkadaşınız HDP Hakkari Milletvekili Abdullah Zeydan’a biraz daha sabır ve dirayet diliyorum. Tutsaklıkla geçen günlerinizi siyasi etkinizi sürdürmenizden başka beklenmedik bir yaratıcılıkla sanatsal bir direnişe dönüştürmüş olmanıza kişisel olarak ne kadar saygı duyduğumu söylemek isterim. Benim sorum şöyle: Son yerel seçimlerde Kürtler yalnızca seçmen bireylere indirgenmiş görünüyor. Seçim yapmadıkları sürece görünmezleşeceklermiş gibi. CHP açısından demokratik güç birliği yapılan aktif politik bir kitle olarak çekingen bir dille savunulurken, AKP ve MHP açısından kendilerine oy vermedikleri sürece potansiyel suçlu olarak gösterilmeye devam ediliyorlar. Ancak iktidarı hoşnut ederlerse asıl Kürt olabileceklermiş gibi. Kimse Kürt’ün geçmediği bir cümle kurmuyor artık. Gelgelelim son derece yararcı, içeriksiz, neredeyse demokratik Kürt siyasi hareketinden kopuk bağlamlarda, Kürt kimliği dillerden düşmüyor. Bu Kürt olmadan yapamamak hali bir kazanım mı sizce, yoksa Bağlar’da, Mardin’de, Cizre’de, Kars’ta yaşananları toplumun gözünde sıradanlaştıran, hatta Kürdün hak arayışını nadasa bırakan bir bekleme dönemi mi? Bu ikircikli pozisyondan ne anlamlar çıkarıyorsunuz?
Sevgili Sema, öncelikle Abdullah Zeydan arkadaşımın içten selamlarını hepinize iletiyorum. Soruda altını çizdiğin noktalara katılmamak mümkün değil. AKP, CHP ve MHP’ye göre Kürt var ama bu “Kürt”ün sadece seçmen kağıdı var. Bir anadili, kendine ait bir kültürü, kadim bir coğrafyası, sorunları, talepleri, acıları var mı yok mu belli değil. “Kürt” kavramının bu haliyle dolaşıma sokulması Kürt halkı açısından büyük bir kazanım değildir. Şüphesiz ki her Kürt, diğer etinisitelerden insanlar gibi birer bireydir. Ama aynı zamanda “Kürt halkı” diye bir gerçeklik de var. Ve bu halkın, halk olmaktan kaynaklı kolektif hakları var. Bunları gündemleştirmeden, bu konuya ilişkin tek bir cümle kurmadan “Kürt kökenli seçmenler kime oy verecek” tartışması yapmak, devekuşu gibi başını kuma gömmektir. Her Kürt, istediği partiye oy vermekte özgür iradeye sahiptir. Ama hangi partiye, hangi gerekçeyle oy verirse versin, her Kürt’ün ortak ulusal, kültürel talepleri, istekleri, beklentileri vardır. Seçim dönemlerinde Kürtlerin salt seçmen kimlikleriyle ele alınması bunu yapanların kendi eksikliğidir. İşçilerden, çiftçilerden oy isterken onların taleplerini görmezden gelemeyenlerin, koca bir halkın oyuna talip olurken onu “joker seçmen” gibi görmesi o halka hakarettir. Kürtler de özellikle 23 Haziran seçimine giderken bütün bunları değerlendirerek bir karar verecektir mutlaka. Aramızdaki Ağaç kitabın gözümün önünde, okunmayı bekliyor sevgili Sema. Eline, yüreğine, emeğine sağlık olsun. Sen yazmışsan zaten güzeldir muhakkak.
30- Semih Gümüş (Yayıncı, eleştirmen): Roman ve öykü, kurmaca metinler olarak bir dizi anlatım sorunlarına doğru çözümler getirmeyi gerektirir. Siz bu sorunları hangi yazarlardan ve kitaplardan öğrendiniz?
Değerli Semih Abi, “Siz bu sorunları hangi yazarlardan ve kitaplardan öğrendiniz” diye sorarken “bu sorunları çözmeyi hangi yazarlardan ve kitaplardan öğrendiniz” demek istemişsindir inşallah 🙂 Yoksa kurmaca metinlerimin bir dizi anlatım sorunları içerdiğini düşünüyorsan açık açık söyle sevgili Semih Abi, hapisteyim diye toleranslı davranmayacağını biliyorum. Ne olacak ki? Kendimi daha fazla geliştiririm. En fazla kahrolurum, perişan olurum. Zaten daracık bir mekandayım, hayata küserim, yıkılırım falan. Sen rahat ol yani 🙂 Ben yine de sorunları çözmeyi öğrenmeye çalıştığımı söyleyeyim. Burada olduğum iki buçuk yıllık zamanda üç binden fazla kitap bir şekilde elimin altından geçti. Tamamına yakınını okudum diyebilirim. Çehov, Marquez, Borges başta olmak üzere pek çok yazar, öyküde kurmaca konusunda ufuk açıcı oldu. Dünya edebiyatının klasiklerini lise ve üniversite sonrasında ikinci defa gözden geçirdim. Tolstoy, Gorki, Balzac, Hemingway, Shakespeare, Austen, Wilde, Dickens, Wirginia Woolf, Sir Arthur Conan Doyle, Orwell… Margaret Atwood’un distopik tarzdaki bütün kitaplarını, Galeano’yu, Binbir Gece Masalları’nı, Sadık Hidayet’i halen okuyorum. Ayrıca Grangé, Jo Nesbø, Dan Brown başta olmak üzere yüzlerce polisiye okudum. Türkiye polisiyesinden Ahmet Ümit’in tamamına yakınını okuma imkanım oldu. Mehmed Uzun, Fırat Ceweri, Mahmut Yamalak, Menah Osman, Dilaver Zeraq, Bextiyar Eli, Selim Temo ve daha birçok Kürt edebiyatçıyı okudum. Umberto Eco, Ruiz Zafon, Harper Lee, Saramago bir çırpıda aklıma gelenler. Şebnem İşigüzel, Ayfer Tunç, Mehtap Ceyran, Sema Kaygusuz, Aslı Tohumcu, Esra Yalazan, İlhami Algör, Murat Menteş, Burhan Sönmez, Behçet Çelik gibi son dönem yazarlardan; Orhan Kemal, Sait Faik, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’den çok şey öğrendim. Her birinden mutlaka biraz öğrenerek kendi tarzımı, çizgimi yaratmaya gayet ediyorum. Toplumsal gerçekliğin sınırları içinde, hakikiliği zayıflatmayacak bir kurmacadan yararlanıp en sade cümlelerle anlatımımı inşa etmeye çalışıyorum. Üstünde çalıştığım ve belki sonbaharda yayımlanabilecek romanımda bu tarzımı biraz daha derinleştirmeye, yetkinleştirmeye çalıştım. Ne kadar başarabildiğime okurlar karar verecek artık. Okuduğunuzda sizlerin de görüş, eleştiri ve önerilerini duymaktan gerçekten onur duyacağım. Çünkü Seher’den sonra yapılan eleştiriler çok ön açıcı oldu, Devran’ı da bunları dikkate alarak daha şevkle yazdım. Elbette, nasıl yazılmayacağını öğrendiğim çok sayıda kitap da okudum bu arada. Özcesi, tam bir kafa karışıklığı, içerisinde yazım tekniklerine dair sıfır eğitimle ve el yordamıyla kendi üslubumu yaratmaya gayret ediyorum. Yazarlık, hiç bitmeyecek bir arayıştır neticede. Ben de aramaya devam ediyorum.
EZ NİHA MECBÛRÎ Bİ TİRKÎ DİNİVÎSÎNİM
31- Şener Özmen (Yazar, sanatçı): Zimanê me di bin xetereyeke mezin de ye. Gelo Demîrtaş, wek Demîrtaş, ji bo çareserkirina vê mijarê çi difikire? Divê em çi bikin?
Ez di zanim ku, gelê Kurd di pêvajoyên awarte diborînin. Li alîyekê de şer û zilm berdewam dike, li alîyekê de pevçun û berxwedan heye. Di wê pêwajoya dîrokî de hemû sîyasetmedarên, nivîskarên, rewşenbirên, hunermendên Kurd divê bi xwe re guh bidin. Pirsgirêka me ne tenê yêke. Nêzikê sed sale pirsgirêka çand, ziman, aborî, hevotîn, bêdewletî heye. Weke te di pirsa xwede anîye ziman, Kurd bi zimanê xwe napeyvin, nanivîsin, na axiwin. Ew jî pirsgirêka mezin e. Raste, dewleta Tirk zimanê me qedexe kirîye. Lê belê em jî bi pratîka xwe da piştgirîya wê qedexekirinê dikin. Di sedema wî halê berspirsiyara sîyasetmederan Kurd gelek zêdeye. Ji xwe ez jî wekî berpirsiyarim, wê baş di zanim. Ji ber wê yekê jî, her roj ez ser xêbatê li ser zimanê xwe dikim. Heke min bikarîba bi Kurdî binivîsînim, ezê gelekî şad bibam. Ew rexneya te ez baş fêm dikim mamoste. Lê belê, hêviya xwe sist neke. Em sîyasetmedar, nivîskar, hûnermend, xort û jinên Kurd hemû bi hevra bixebitin, emê inşellah bi serkevin. Rojekî ew pêvajoya awerte helbet dê xilas bibe, qet miraq neke. Xebatê li ser Kurdî wê xurttir bibe. Ez niha, bi mecburî bi Tirkî dinivîsînim. Lê armanca min ewe ku rojekê bi Kurdî jî binivîsîm. Pirtûka te bi navê Kale min xwest, ezê bi kêf bixwînim. Destê te sax be.
32- Timour Muhidine (Fransa’daki Act Sud yayınevi Türkçe edebiyat editörü): Devran’ı okurken bu defa daha olgun, daha ince işlenmiş metinlerle okuyucu karşısına çıktığınızı düşündüm. Bir de şunu: Ötekilik meselesi üzerine, ilk öykünün kahramanı savcı Salim Bey’in Güneydoğu’daki tecrübelerinden hareketle neler söylemek istersiniz?
Evet, ben de Devran’ı yazarken Seher’e yönelik eleştiri, öneri ve beklentilerden yola çıkarak daha özenli bir edebi metin çıkarmaya çalıştım. Bunun, okura karşı azami düzeyde saygılı olmanın da bir gereği olduğunu düşündüm. Nihayetinde ben artık şu veya bu nedenle “çok okunma tehlikesiyle” karşı karşıya olan bir yazar sayılırım. Dolayısıyla bunu dikkate alan bir özenle çalışma sorumluluğum doğmuş oluyor. Elimden gelenin en iyisini yapmak için halen daha fazla yoğunlaşıyor ve çabalıyorum. Hiçbir zaman tam olamasa da sürekli daha iyiye doğru ilerleme ihtiyacı, amacı her yazarda olduğu gibi bende de var. Asında Devran öyküsü bunu anlatma gayreti güdüyor zaten. Zulmün bugünkü temsilcileri de bilmeli ki devran dönüyor.
KÜÇÜMSEYEN OLURSA KULAK ASMA, BEN DE ÖYLE YAPMAYA ÇALIŞIYORUM
33- Yıldırım Türker (Gazeteci): Bu memleketin halklarına, hepimize ortak bir soru yöneltecek olsan, ne sorarsın?
Sevgili Yıldırım, hakikaten zor bir soru olmuş seninkisi. Bugüne kadar benden hep cevap istendi. İlk defa soru sormama fırsat veriliyor. Bunun için özel olarak teşekkür etmeliyim. Şunu sorsam olur mu acaba: “Oturmaktan bacaklarınız yorulmuştur. Şöyle yürüyelim mi biraz? Ha, ne dersiniz?”
34- Zehra Doğan (Gazeteci, ressam): Hapishanelerde sanatsal anlamda bambaşka bir dil ve alan yaratıldı. Ama dışarıya baktığımızda azımsanmayacak derecede özgür olamayan sanatçı ve tutuk bir üretim söz konusu. İçeride sanat yapan bir siyasetçi olarak, zor zamanlarda ve her şeyden izole edilmeye çalışılan bir alanda sanat üretmek sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizce sanat özgürleştirir mi?
Sevgili yoldaşım, kardeşim Zehra Doğan. İçeride ve dışarıda mücadeleni üretimlerini, duruşunu gururla takip ettik. Bir kadın gazeteci ve ressam olarak yaptıklarınla mücadeleye çok şey kattın. Hele içeride olup da edebi, sanatsal, kültürel üretimlerde bulunmak çok daha anlamlıdır. Teslim alınmaya çalışılan iradenizin, kırılmak istenen onurunuzun, yıkılmak istenen umudunuzun, kaybettirilmek istenen aklınızın korunması için siyasi bilincin yanında sanat ve edebiyat, muhteşem dayanışmacı dostlardır. İçinizde her daim kanat çırpan özgürlük kuşlarıdır. Duvarların ve tel örgülerin, tünel kazmadan da aşılabileceğinin ispatıdır. Sen de bunu en güzel şekilde yapabildiğin için tam olarak anlıyorsundur. Şimdi dışarıdasın ve dışarıdaki “tutuklu” sanatçılara, edebiyatçılara bunun güzelliğini bol bol anlat lütfen. Ve sanatından asla vazgeçme değerli arkadaşım. Küçümseyen olursa da kulak asma, devam et aynı şekilde. Ben de öyle yapmaya gayret ediyorum. Sanattan, edebiyattan, estetikten yoksun, salt politikleşmiş zihinler sorun çözmekten öte, sorunu derinleştirebiliyorlar. Bizim halk olarak politik ahlaki bilinç kadar sanata, edebiyata da acil ihtiyacımız var. Umarım bütün gençlik, meselenin bu yönünün hayati derecedeki önemini kavrıyordur. Mardin Cezaevi’ndeyken yapıp bana hediye olarak gönderdiğin resim duruyor halen güzel kardeşim, yoldaşım. Yolun açık, eline, emeğine sağlık olsun. / DUVAR