HDP Mardin Milletvekili ve TBMM Başkanvekili Prof. Dr. Mithat Sancar, Gazete Duvar’ın sorularını yanıtladı.
Bir salonda Gezi davası, bir diğerinde CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu yargılaması, bir başkasında beraat kararı verilen Özgür Gündem davası, Cumhuriyet gazetesi davası, Selahattin Demirtaş duruşması ve daha niceleri… Bu hafta, bir arkadaşımızın dediği gibi Türkiye büyük bir duruşma salonu gibiydi. İktidarın muhaliflerle mücadele sahasına dönüşen mahkeme salonlarından adalet çıkmadığını yine iktidarın kendisi kabul etmiş gibi görünerek yeni yargı reformunu gündeme getirdi.
Cezaevlerinde binlerce mahpusta heyecan yaratan bu paket, muhtemelen iktidar içi ihtilaflar dolayısıyla sonbahara ertelendi ve Meclis bugün itibariyle tatile çıktı.
Fakat yargı paketi, 31 Mart seçimleri sürecinde PKK lideri Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılması, açlık grevlerinin sonlandırılması gibi gelişmeler ister istemez akla, iktidarı sarsılan AKP’nin yeni bir çözüm sürecine meylettiğine dair senaryolar getirdi. Hemen herkesin sohbete konu ettiği ama elde yeterli veri olmadığı için kimsenin net bir değerlendirme yapamadığı “yeni çözüm süreci” ihtimalini, yargı paketinin mahiyeti ve amacını, AKP’nin içine düştüğü kilitlenmede ne tür hamleler yapabileceğini, CHP ve HDP arasındaki ilişkiyi, Öcalan’ın 23 Haziran arefesine denk getirilen mektubunu, AKP’den çıkmasına kesin gözüyle bakılan Ali Babacan ile Ahmet Davutoğlu hareketlerini, HDP Mardin Milletvekili ve TBMM Başkanvekili Prof. Dr. Mithat Sancar’la konuştuk.
Siz HDP olarak yeni bir çözüm sinyaline ilişkin hükümetten herhangi bir mesaj aldınız mı? Bu konuda yaptığınız herhangi bir görüşme var mı?
Çözüm süreci denince herkesin aklına 2013-2015 arası dönem geliyor. Şu anda buna benzer herhangi bir süreç olmadığı gibi böylesi bir sürece doğru giden herhangi bir gelişme de söz konusu değil. İktidar tarafından Kürt sorununun çözümüne yönelik herhangi bir politika, program, girişim olduğunu söylemek mümkün görünmüyor.
Öcalan’la yapılan görüşmelere bakıldığında “hiçbir şey olmadıysa da mutlaka bir şey oldu” denebilir mi?
Olan tek şey, açlık grevleri dolayısıyla Öcalan’la görüşmeye izni verilmiş olmasıdır. Ortalıkta dolaşan yeni süreç iddialarının hükümet çevreleri tarafından desteklenip desteklenmediğini, oradan tedavüle sokulup sokulmadığını bilmiyorum. 31 Mart ve 23 Haziran öncesinde çözüm süreci ihtimalini dillendirmek, AKP’nin 2007 yılından beri tüm seçim öncesi dönemlerde uyguladığı bir taktikti. Mesela 2011 seçimleri öncesinde ciddi bir güvenlikçi politika takip edildiği halde, bir yandan da seçimden sonra çözüm sürecinin başlayacağına dair beklenti yaratılıyordu. Şu anda da gelişmelerin değerlendirilmesinden hareketle yeni bir çözüm sürecinin başlayabileceğine dair senaryolar çıkarılabilir. Öte yandan ekonomide büyük tahribat, dış politikada tam bir hezimet söz konusu. ABD-Rusya arasında denge politikası izleme yolunun da sonuna gelindi. Arada bir milliyetçi kesimleri rahatlatmak için edilen laflar dışında Kuzey Suriye’ye askeri operasyon da pek dillendirilmiyor. AKP’nin artık yeni bir hikâye yaratma imkânı bulunmuyor.
‘AKP’NİN YENİ HİKÂYE YARATABİLECEĞİ TEK ALAN KÜRT SORUNUDUR’
Fakat son günlerde yine sınıra askeri sevkıyat yapıldı, Güney Kürdistan’da Pençe adı verilen bir harekât devam ediyor…
Evet ama tüm bunların Suriye politikasıyla ilgili olduğunu söylemiyor AKP. Nitekim ortada Suriye’de oyun belirleyen aktör olma iddiasıyla yapılan bir faaliyet pek yok. Aslında Erdoğan ve AKP’nin yeni bir hikâye yaratabileceği tek alan Kürt sorunudur. Burada da AKP’nin böyle bir hikâyeyi tek başına yaratması söz konusu değil; ancak çoğul dinamiklerle yaratılacak bir hikâyenin önemli bir parçası olabilir. Gerek içeride gerekse Suriye’de ciddi bir barış politikası benimser ve bunu hayata geçirirse, işte o zaman bunu başarabilir.
Peki Erdoğan ve AKP’yi böylesi bir “hikâye” yazmaktan alıkoyan ne?
Erdoğan’ın kiminle ne kadar istişare ettiğini, partisindeki farklı eğilimlerin kendisine ne kadar yansıdığını, kamuoyundaki beklenti ve tepkilerin ne kadar farkında olduğunu bilemiyoruz. Kaldı ki şu anki ittifak sadece MHP’yle değil, aynı zamanda ulusalcı çevrelerin de dahil olduğu geniş bir devlet ittifakı gibi görünüyor. Bu ittifakın bileşenleri, Kürt sorununda siyasi bir çözüm isteyecek tarihe, duruşa sahip değiller. Aksine klasik devlet aklı refleksini güncelleyerek pazarlayan ve bunun peşinden koşan bir yapıdan söz edebiliriz. Erdoğan’ın ideolojik olarak böylesi bir anlayışa uzak olduğunu söylemek de mümkün değil. Erdoğan esasen böyle bir devletçi reflekse de hem ideolojik yapısı hem de siyasi geçmişi itibariyle pekâlâ yatkın bir siyasetçi. Fakat pragmatist bir siyasetçi olarak, çözüm yolunun hem kendi iktidarını koruyacağına hem de devletin çıkarları açısından uygun olacağına inanırsa, yeniden manevra yapabilir.
AKP’nin MHP’yle girdiği ittifakta kan kaybettiği gerçeğini artık AKP’liler de teslim ediyor. Peki Kürtlerde veya HDP’de, pragmatist yönü dolayısıyla Erdoğan’ın tekrar bir çözüm yoluna meyledebileceği beklentisi var mı?
Gerek HDP’de gerekse genel olarak Kürtler arasında böyle bir beklenti olduğunu söyleyemem. Kürtler son derece gerçekçi bir yaklaşıma sahip. 23 Haziran İstanbul seçimlerinde Kürtlerin ucuz pazarlama tekniklerine ne olursa olsun prim vermeyecek bir kararlılığa, olgunluğa, derin görüye sahip oldukları bir kez daha ortaya çıktı. Fakat sonuçta Kürtler açısından barış, bu savaşın sonlanması, çözüm yoluna girilmesi, ekmektir, sudur, hayatın kendisidir. Dolayısıyla barış ihtimalini dillendiren herhangi bir gelişmeye Kürtler ve geniş anlamda Kürt siyaseti kulak kabartır. Öcalan’ın mesajları da bunu yansıtıyor. AKP veya başka bir iktidar, ideolojik olarak çözüme yatkın olmasa da, Kürtler, karşılarında devlet gerçeği olduğunu gözardı etmiyor.
‘ÖCALAN SEÇİME MÜDAHALE ETMEK İSTESE HDP’YE DEĞİL KÜRTLERE HİTAP EDERDİ’
Öcalan’ın 23 Haziran’dan hemen önce kamuoyuna ilettirilen mektubunda HDP’nin ve Kürtlerin iki kutuplu Türkiye siyasetinde “üçüncü yolu” izlemesi gerektiği yönündeki tavsiyesi AKP’ye destek olarak yorumlandı. Haliyle pek çok insan “Öcalan bu kadar kritik bir zamanda neden böyle bir açıklama yaptı” diye sordu. Sizin bu soruya yanıtınız nedir?
Öcalan’ın mesajını AKP’ye destek olarak yorumlamak ya art niyetlidir ya da çok yüzeysel bir yaklaşımdan kaynaklanıyordur. Bir kere Öcalan’ın konumunu doğru değerlendirmek gerekiyor. Kendisi bir müzakere kapısının açılması için elbette çaba harcar ve meseleye günlük siyasetin üstünden, ötesinden bakmayı tercih eder. Yıllardır da bu böyledir. Suriye ve Türkiye’de daha fazla acı, can kaybı olmadan, daha fazla yıkım yaşanmadan bir yolun, kapının açılmasını sağlamanın kendi tarihsel misyonu olduğunu defalarca da söylemiştir. Muhtemelen görüşmelerin, yani avukat ziyaretlerinin devam edebilmesi için hükümet kanadının ısrarlı beklentisiyle karşı karşıya kaldı. Kendisi ise bu beklentiyi karşılamak yerine, kendi üslubuna göre bir mesajla hareket etmeyi tercih etti. Avukatlarıyla yaptığı görüşme esnasında da seçimle ilgili kararı HDP’nin kendisinin vereceğini açıkça söylüyor ve kimse sorumluluğu bana atmasın, herkes kendi sorumluluğu ekseninde hareket etsin diyor. Eğer Öcalan seçimlere doğrudan müdahale etmeye niyetli olsaydı, mektubunu HDP’ye değil doğrudan Kürtlere hitaben yazar, Kürtlere çağrı yapardı. Kaldı ki HDP içinde yapılan değerlendirmede de Öcalan’ın mesajıyla partinin 23 Haziran’a kadar izlediği strateji arasında bir çelişki olmadığı sonucuna varıldı.
Geçtiğimiz hafta Öcalan ve İmralı’daki diğer üç mahpusun ailelerinin yaptığı görüş başvurusu reddedildi. Öcalan üzerindeki tecrit devam ediyor mu, bitti mi?
Öcalan daha önce gönderdiği mesajlardan birinde, bu sürecin nereye evrileceğini görmek için otuz-kırk gün geçmesi gerektiğini söylemişti.
Ve o süre geçti…
Evet. Öcalan, avukat görüşmelerine izin verilmesinin sadece İstanbul seçimleriyle ilgisi olduğu gibi kesin bir yargıyla hareket etmek istemediğini, beklemek gerektiğini belli ediyor. Ben de AKP’nin sadece seçimlere endeksli bir manevra mı yaptığını yoksa uzun vadeli bir plan çerçevesinde mi hareket ettiğini görmek için biraz daha zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen 23 Haziran sonrası başta hükümet olmak üzere herkeste bir muhasebe yapma ihtiyacı oldu. Fakat görüşmelerin devam etmeyeceği kesin olarak ortaya çıkarsa, tecrit yeniden başlamıştır denir. Ancak henüz böyle bir işaret de yok. Şu an bir demlenme zamanında olunduğunu düşünüyorum ki, bunu da anlamak mümkün. Çünkü hükümet İstanbul seçimleri için çok yoğun hamleler yaptı ve ağır bir yenilgiyle karşılaştı. Fakat Kürt sorununun büyüklüğü karşısında daha küçük sayılabilecek seçim hesapları da artık gündemde olmadığına göre şimdi verilecek kararın, ileriye dönük ve uzun vadeli etkileri olacaktır.
‘ARTIK ÇÖZÜMÜN TEK MUHATABI AKP DEĞİL’
Ekim 2014’te Aysel Tuğluk, Kobanê politikası dolayısıyla AKP’nin çözüm sürecinde partner olmaktan çıktığını söylemişti. Neticede çok uzun olmayan bir süre içinde de AKP çözüm sürecini rafa kaldırdı. Şu an yaptığınız genel değerlendirmeye bakarak AKP’nin bir çözüm sürecinin “partneri” olup olmayacağına dair kesin bir kanaat geliştirmek mümkün mü?
Kürt sorunu sadece Türkiye sınırları içindeki bir sorun değil. Bu durum son yıllarda iyice belirginleşti. Özellikle Türkiye ve Suriye’de bu sorun fazlasıyla iç içe. Dolayısıyla yeni bir çözüm süreci konuşulacaksa, bu sadece hükümetle Kürt hareketi arasında, 2013-15’tekine benzer olamaz. Şartlar artık yeni yöntemleri ve tarzları gerektiriyor.
Peki nasıl bir yöntem uygulanmalı?
Öcalan’ın altını çizdiği, bizim de yıllardır savunduğumuz “üçüncü yol” çok ışıklı. Çözümün parçası olmak isteyen, bu yönde iyi-kötü adım atmayı kabul eden her aktörün içinde yer alabileceği bir modele ihtiyaç vardır. Zira bir sürecin kalıcı barışa ve güvenceli çözüme ulaşabilmesi için o sürecin toplumsallaşması lazım. Şüphesiz sürecin bu anlamda başarısı için başka şartlara da ihtiyaç var; fakat bence en vazgeçilmez şart toplumsallaşmadır. Bu nedenle sadece AKP’yle, sadece hükümetle veya mevcut koalisyonla görüşmeler üzerinden yeni bir çözüm süreci beklemek ve istemek artık doğru değil. Bu yüzden artık çözümün tek muhatabı AKP değil. AKP şu anda iktidarda olduğu için çözüm tartışmalarının doğal bir parçası. Ama çözümün aktörlerinden biri olup olmayacağı kendi kararlarıyla belirlenecektir. Eğer yeniden bir süreç başlatma niyeti ortaya koyarsa AKP, bunun mutlaka toplumun bütün kesimlerini kapsayacak, önemli bütün siyasi aktörleri içerecek bir yapıda düşünülmesi gerekiyor. Niyet ortaya koyması şartıyla AKP, tabi ki CHP, mutlaka bu sürecin parçalarıdır. Mecliste grupları olduğu için söylüyorum: İYİ Parti ve MHP de çözüm sürecinin parçası olmalıdır. Elbette bir de Meclis dışı aktörler var; o da ayrı bir bahis.
Bir de AKP’den çıkması muhtemel iki parti var…
Onların da Türkiye’de ne yapıp yapamayacaklarını belirleyecek en önemli test, Kürt sorununa dair verecekleri mesajlardır. Mesele herkesi kapsayıp kapsamamaktan önce, bu hedefle, bu istekle yola çıkılmasıdır. Eğer daha sonra çeşitli aktörler bu sürece net olarak karşı çıkarsa, geri kalan büyük aktörlerle süreç ilerlemeli. Şu an için bu büyük aktörler de HDP, AKP ve CHP’dir.
‘AVRASYACILIK YOLU HER AÇIDAN ÇOK TEHLİKELİ BİR MACERA ANLAMINA GELİR’
Türkiye’nin Kürt politikasının önemli bir parçası haline gelen Suriye’de ise başta ABD ve Rusya olmak üzere uluslararası aktörler de var. Türkiye, S-400’leri teslim alarak Rusya blokunda yer alacağına dair güçlü bir mesaj verdi. Dahası, iktidar içindeki “Avrasyacıların” bu hamleyle önemli bir kazanım sağladıkları da söylenebilir. Türkiye’nin bu yönde daha fazla ilerlemesi, Kürt sorununa ilişkin politikası konusunda ne vaat ediyor?
Bir kere Avrasyacılık yolu her açıdan çok tehlikeli bir macera anlamına gelir. Öte yandan Avrasyacı blok bir avantaj elde etmiş gibi görünse de S-400 meselesi henüz kalıcı bir dış politika zeminine oturmuş değil. AKP’nin şu anki öncelikli derdi, iktidarını korumaktır. Dolayısıyla sanki eski kudretine sahipmiş gibi düşünmek ve ona göre hamleler yaptığını, yapacağını söylemek sığlık olur. Siyasi tablo büyük olasılıkla sonbaharda yeniden şekillenecektir.
Neden sonbaharda?
Çünkü Ali Babacan’ın partisinin o tarihlerde kurulacağı anlaşılıyor. Öte yandan S-400’lerin alınması ve sonrasında ABD, NATO’dan gelen açıklamalar, şimdiye kadar sürdürdüğü denge politikasının ayağına dolandığını gösteriyor. MHP’nin Avrasyacılığı içine sindirdiğini, bu yolda gitmek istediğini söylemek de çok zor. Geriye dar bir ulusalcı grup kalıyor ki, bunların da iktidarın yolunu belirleyecek düzeyde güçlü olduğunu sanmıyorum. Avrasyacılık gibi tehlikeli bir macerayı kabul etmeyeceğini CHP de söylüyor, İYİ Parti de buna çok teşne görünmüyor. Bizim durumumuz da belli: Demokratik standartları, bölgesel ve küresel barışı esas alan bir duruş sergiliyoruz. Yeni otoriter sistemlere ve savaş heveslerine yelken açma anlamına gelecek her türlü tercihi kesinlikle reddediyoruz. Yani biz bu konuda da biz üçüncü yolu savunuyoruz. Bu yolun somut anlamı Türkiye’nin bölgede demokrasi ve barış gücü olmasını sağlayacak imkanları güçlü bir biçimde inşa etmektir.
‘DAVUTOĞLU’NUN BÜYÜK GÜNAHLARIYLA HESAPLAŞMA NİYETİ GÖRÜNMÜYOR’
Babacan’ın yanı sıra Ahmet Davutoğlu da yeni bir parti kurma arayışı içinde. Sizin bu ikiliye karşı yaklaşımınız ne yönde?
Davutoğlu’nun büyük günahları var ve bunlarla herhangi bir hesaplaşması olmadığı gibi, böyle bir niyeti de görünmüyor. Türkiye, Davutoğlu’nu, onun etkili olduğu yönetimi büyük kırılmalarla, acılarla tecrübe etmiştir. Dolayısıyla onun bizim açımızdan yeri bellidir. Diğer hareket içinse şimdiden bir şey söylemeyi gerekli görmüyoruz ama en azından Davutoğlu gibi böylesi açık bir kötü sicile sahip değiller. Partiler kurulsun, programlar ortaya konsun; biz de doğrudan değerlendirmeler yaparız. Fakat şimdiden hepsine demokrasi ve barış konusunda bir mutabakat arayışının parçası olmalarını öneririz.
Erdoğan yakın geçmişte yeni bir yargı reformu paketi açıkladı ama TBMM’nin tatile girmesiyle bu paketin görüşülmesi en erken sonbahara kaldı. Bu paket neden Meclis tatile girmeden gündeme getirilmedi sizce?
AKP ve iktidar koalisyonu içindeki çelişkiler, ihtilaflar bu gecikmenin ana sebebi.
‘ERDOĞAN AVRASYACILARLA NATO’CULAR ARASINDA SALINIYOR’
Nedir bu ihtilaflar?
Yargı reformu strateji belgesinin önemli bir ayağı AB’yle ilişkileri normalleştirmeye dönük bir hamleydi. Bu konuda çok büyük sıkıntılar birikti ve AB ile ilişkiler kopma noktasına gelerek hiç olmadığı kadar derinleşti. Öte yandan mevcut iktidar koalisyonu içinde de büyük çelişkiler var. Uzlaştıkları en temel nokta Kürt karşıtlığı. Bunun dışında ortak noktaları neredeyse yok. O nedenle iktidardan çelişkili hamleler görebiliyoruz. Yargı reformunu ilan etmek bir hamleydi ama Doğu Akdeniz’de AB ile karşı karşıya gelmek de bununla çelişen bir başka hamleydi. ABD’yle ilişkileri düzeltme çabası bir hamleydi, S-400’leri almak bunun karşısındaki bir başka hamleydi. Tüm bunlar iktidar bloğu içindeki çatışmanın açık göstergeleri. Gerek iç gerekse dış politikada temel konularda uzlaşmış bir koalisyon yok. Bu koalisyon 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, Türkiye’de baskıcı politikaları uygulamak, Suriye’de Kürt kazanımlarını engellemek üzere oluştu. Erdoğan’ın bu koalisyon karşılığında aldığı şey de, başkanlık sistemine MHP’nin onayıdır.
Avrasya-NATO ikiliği arasında Erdoğan nerede duruyor sizce?
Erdoğan Avrasyacılarla NATO’cular arasında salınıyor. Kendisi net bir tercih koyarsa, ya kendi partisinden ya da ortaklarından ciddi itirazlarla karşılaşacak. Erdoğan açısından bir başka sıkıntı, özellikle Babacan ekibinin Avrasyacılığa karşı Avrupa’yla ilişkileri normalleştirme mesajıyla ortaya çıkacak olmalarıdır. Bu mesajın da hem AKP içinde hem kamuoyunda hem iç kamuoyunda hem de dış dünyada alıcı bulduğu anlaşılıyor. Eğer AKP içindeki görüş ayrılığı sertleşirse, muhtemelen partideki bölünme daha da derin olacak. Bölünme korkusu yüzünden AKP ne reform taleplerine direnebiliyor ne de mevcut koalisyonu tehlikeye atmasına sebep olacak reformları göze alabiliyor. Özetle, AKP kitlenmiş durumda.
‘AKP BİRİ MAKYAJ, DİĞERİ KAPSAMLI OLMAK ÜZERE İKİ YARGI PAKETİ ÜZERİNE ÇALIŞIYOR’
AKP’nin MHP’ye duyduğu mecburiyeti MHP de AKP’ye karşı hissediyor mu?
MHP bu koalisyon sayesinde oyunu artırdığı gibi devlet içinde de önemli bir alan kazandı. AKP’nin Kürt politikası böyle devam ettikçe de koalisyonun devamından rahatsız olması için bir nedeni yok. Şu an AKP’nin kilitlenmiş hali bile MHP’ye yarıyor. Fakat AKP açısından karşı karşıya bulunduğu krizler, zaman kazanarak üstesinden gelinebilecek sorunlar olmadığı için er veya geç net tercihler yapılmak zorunda. Koalisyonun kaderi ise bu tercihlere göre belirlenecektir.
Yargı reformu hazırlığına geri dönelim. Bu paketin mahiyeti nedir? Gündeme gelmesi durumunda iktidar koalisyonundaki çelişkileri ne yönde etkiler?
AKP’nin her ihtimal için hazırlıklar yaptığı söyleniyor. Yani insan hakları savunucularını da memnun edecek derinlikli bir çalışmanın hazırlığının yanı sıra, iktidar koalisyonunda çatlak yaratmayacak, makyajdan ibaret bir çalışmayla yetinme hazırlığı da var. Belli ki bu konuda tam karar veremedikleri için paketi bu dönemde gündeme getirmediler. Oysa 23 Haziran’dan kısa süre sonra edindiğimiz izlenim ve AKP çevrelerinin ifadeleri üzerinden, en azından paketin ilk bölümünün Meclis tatile girmeden gündeme getirileceğini düşünüyorduk. AKP, sorunların hiçbirini çözmeden, erteleme, zaman kazanma eğiliminde. Ama zaman daralıyor ve sorunlar bastırıyor. Net kararlar vermekten ürken, sonuçlarının ne olacağını kestiremeyecek kadar öngörüsüzleşmiş bir iktidardan söz ediyoruz.
’15 TEMMUZ’DAN ÇIKMAK ZORUNDAYIZ’
Erdoğan ve Bahçeli, 31 Mart’tan hemen sonra uzun bir seçimsizlik döneminin başladığını ısrarla vurguladı. Bu ısrar, zaman kazanma çabası olarak görünüyor. Fakat muhalefet cephesinde de ne CHP ne HDP ne de İYİ Parti erken seçim konusunda hevesli görünüyor. Muhalefet neden erken seçim için bastırmıyor?
Bu sistemle seçimlere gitmek, birçok açıdan mevcudu yeniden üretmek demek. Bizim açımızdan mevcut sistemin yarattığı kamplaşmayı yeni bir seçim değiştirmez. Biz diyoruz ki, iki kutuplu siyasete mahkum olmamak için öncelikle şartları değiştirelim ve seçimi ondan sonra gündeme alalım. Bu sistem kritik sorunlara çözüm üretemiyor. Biz, öncelikle bu sistemin dışına çıkmayı mümkün kılacak yolu genişletme hedefindeyiz. Bu nedenle erken seçim bizim öncelikli ve özel talebimiz değil. Yeni anayasa başlığı altında, kapsamlı bir normalleşme ve demokratikleşme programı hazırlamalıyız. Mevcut sistem esasen 15 Temmuz’un ürünüdür. 15 Temmuz’dan çıkmak zorundayız. Öncelikle darbe girişimiyle; ama 15 Temmuz üzerine kurulan her şeyle de hesaplaşmalıyız. Bu sistem darbe girişiminin doğrudan sonucu olarak gelmiştir. OHAL döneminde, o koşullarda, eş başkanlarımız dâhil milletvekillerimiz hapisteyken gündeme getirilip Meclis’te kabul edilmiştir. Olağanüstü baskılar altında, derin antidemokratik ortamda ve adaletsiz şartlarda referanduma götürülmüştür. Ve bu durumda bile ancak yüzde 51 oranında oy alabilmiştir. Bu, Türkiye’de kutuplaşmayı sabitlemekle kalmayıp pekiştiren de bir sistemdir. Eğer bu sistem içinde erken seçim istersek, aynı şeyin yeniden üretilmesinin payandası oluruz. Öncelikle bu sistemden çıkış yolunu hazırlamalıyız.
Peki AKP böyle bir yola gelir mi?
Eğer bu temelde geniş bir demokrasi hareketi oluşursa, iktidarın buna direnmesi kolay olmaz.
Yeni anayasa metni üzerinde çalışıyor musunuz?
Anayasa metni değil, birkaç ayağı olan bir anayasa stratejisi hazırlıyoruz. Bu yaz sahaya inip, kampanyalarla, halk toplantılarıyla, sivil toplum ve emek örgütleriyle görüşerek bu çalışmayı yürüteceğiz. Dediğim gibi biz bir anayasa metni hazırlayıp sunacak değiliz. Bazı temel ilkelerde bir zemin yaratma amacındayız.
‘CHP’NİN YAPTIKLARINA KARŞI KİN TUTMADIK’
Ne tür temel ilkelerden söz ediyorsunuz?
Net bir kuvvetler ayrılığı, denge-denetleme sistemi, katılım yollarının genişlediği bir demokratik alan istiyoruz. Demokratik siyasetin üzerindeki baskıların kalkacağı bir yol temizliği ve çok net bir yerel demokrasi programı talep ediyoruz. 31 Mart’ın yeterince konuşulmayan en büyük mesajı, bizim uzun zamandır dile getirdiğimiz yerel demokrasi özlemidir. 23 Haziran da aynı özlemin teyit edildiği önemli bir dönemeçtir. Yerel yönetimlerin güçlü olduğu bir Türkiye önerdiğimizde, bunu sadece Kürt meselesi bağlamında talep etmediğimizi ısrarla söylememize rağmen konu hep buraya sıkıştırılmak isteniyordu. Oysa biz yerel demokrasiyi, Türkiye için savunduğumuz demokrasi modelinin temel sütunu olarak belirledik. Son yerel seçimlerin ardından yaşadığımız tecrübeler de bu talebimizin ne kadar haklı ve hayatî olduğunu ortaya koydu. Yerelde ortaya çıkan irade ile kentini ve kendini yönetme hakkının ne kadar değerli bir şey olduğu görülmüş olmalı. Yerel demokrasi dediğimiz şeyin esası da budur zaten. Mardin kadar Antalya’nın, Van kadar İzmir’in, Diyarbakır kadar İstanbul’un buna ihtiyacı olduğu herhalde şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır.
Hapse girmeden bir hafta önce yaptığımız söyleşide Selahattin Demirtaş, yaşadıkları sorunların önemli bir müsebbibi olarak CHP’yi göstermişti. Fakat 31 Mart öncesinde HDP’nin aday göstermediği bölgelerde tabanınız CHP’li adayları destekledi. İki parti tabanları arasında daha önce hiç olmadığı kadar ciddi bir yakınlaşma gerçekleşti. CHP’nin mevcut politikasına yaklaşımınız nasıl?
Evet dokunulmazlıkların kaldırılması meselesi başta olmak üzere CHP’nin muhasebe yapması ve özeleştiri vermesi gereken konular var. Ancak, hataları, yanlışları, hatta maksatlı tercihleri bile sabit ve ebedi veriler olarak kabul etmek toplum ve siyaset fikriyle çelişir. Muhasebe ve özeleştiri illa ilan edilmek zorunda değildir. Pratikte bugün yaptıklarınız, dün yaptıklarınızın özeleştirisi, yanlıştan dönüşünüzün ilanı olabilir mesela. Siyaset aynı zamanda bir etkileşim ve öğrenme sürecidir. Biz siyasette öfkeyi kalıcı bir kaynak, kin ve intikam duygusunu bir referans olarak kabul etmiyoruz. Biz “büyük barışma”yı hedefleyen, on yılların derin acılarının üzerine kalıcı barış kurmayı amaçlayan bir hareket olarak geçmiş hataları sabitleyen ve bunlara öfkeyle, kinle yaklaşan bir anlayışa sahip olamayız.
‘IRKÇILIĞIN TÜRKİYE TOPLUMUNUN DOĞASI GİBİ GÖRÜLMESİ YANLIŞ’
Peki CHP’nin bugünkü pratiğini, dünün özeleştirisi olarak okuyor musunuz?
31 Mart, tabanının da etkisiyle CHP’nin önceki politikasından uzaklaşma iradesini belli ölçülerde de olsa ortaya koyduğu bir dönem oldu.
Akademisyen kimliğinizle başta Nazi Almanya’sı olmak üzere faşist yönetimlerle, çatışma, uzlaşma ve hesaplaşma deneyimleriyle ilgili yaptığınız araştırmalar var. Sizce Türkiye, hem bugünkü faşizmin hem de kırk yıldır devam eden “düşük yoğunluklu savaşın” hangi aşamasında?
Türkiye toplumunun bir boğazlaşma, kalıcı bir düşmanlık istemediğini pek çok örnek bize gösterdi. Toplumun önemli bir bölümünün neye yatkın, yakın ve hevesli olup olmadığını az çok biliyoruz. Son 35-40 yılda çok şok edici acı yaşandı, büyük kayıplar oldu ama sivil bir boğazlaşma yaşanmadı. 2015’ten bu yana ise farklı fay hatlarını tetikleyebilecek yüksek düzeyde bir kutuplaştırma, kamplaştırma, hatta düşmanlaştırma siyaseti izlendi. Fakat 31 Mart ve 23 Haziran, bu politikanın da çok geniş bir reddiyeyle karşılaştığını gösterdi. Bu bizim için, bu ülke için şanstır. Evet büyük acılar yaşandı ve bunları bir anda iyileştirmenin imkânı yok. Ama zaten geçmişle yüzleşme bir paket tedavi şeklinde düşünülemez. Aksine, çok kapsamlı, çok katmanlı, dinamik, ileri ve geri gitme potansiyeli de içeren bir süreçtir. Türkiye’nin bu süreci yaşama imkânları hâlâ var. Türkiye’de ırkçılığa çok çabuk dönüşebilen bir milliyetçilik var. Fakat ırkçılığın Türkiye toplumunun doğası gibi görülmesi yanlış. Irkçılık da ilişkiseldir, toplumsaldır, siyasaldır. Irkçılık siyaseten, toplumsal mekanizmalarla üretilir. Ama ırkçılıkla aynı mekanizmalar üzerinden baş etmek de mümkün. Bize göre ırkçılık sadece hedef alınan kesimi değil, tüm toplumu hedef alır ve herkesi zehirler.
İrfan Aktan / DUVAR